Archive for 2005/03

BU GÜN
1972Türkiye Halk Kurtuluş Partisi - Cephesi (THKP-C) lideri Mahir Çayan ile THKO liderleri, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna, THKP-C üyeleri Nihat Yılmaz, Sinan Kazım Özüdoğru, Saffet Alp, Hüdai Arıkan, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan ve Sabahattin Kurt Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde öldürüldüler. Operasyonda Çayan ve arkadaşlarınca üç gün önce kaçırılmış olan Ünye'deki radar üssünde görevli iki İngiliz ve bir Kanadalı teknisyen de öldü. Ertuğrul Kürkçü çatışmadan sağ olarak kurtuldu.

  • Kıprıs'ı bölen aptallar
  • kaymakam.... ayrıca
  • "Benim anlamadığım, kafamda soru işareti oluşturan şey, bu genci kaymakam olarak atayan mekanizmadır. İnsanlar durup duruken kaymakam olmuyor. Okullardan mezun oluyor, İçişleri Bakanlığı'nda
  • sınavlardan geçiyor (kişisel eğilimlerini anlamak için mülakat da yapılıyor), staj döneminde çırak olarak kendisini gösteriyor... Sonunda ortaya çıka çıka keyfi kararlarla kitap yasaklayan genç bir görevli çıkıyorsa, kaymakamı suçlamadan önce, onu yetiştiren ve o sorumluluk mevkisine getiren mekanizmayı eleştirmek ve ıslah etmek gerekmez mi? Ve bu kitap yasaklama girişiminin hangi iktidar döneminde gerçekleştiğini anımsatmaya gerek var mı? 'Bilgi toplumu' yaratmaktan söz eden, ezberci eğitimi bırakıp sorgulayan kafalar yetiştireceklerini söyleyenlerin iktidarında gördük bunları. Söyleyene değil, söyletene baksak iyi olacak." (Türkan Alkan- Radikal)

  • tavşan ve intihar
  • "1831 ylı yaz ayları Fransa Kralı Louis-Philippe için güven ve mutluluk dolu yıllardı. Temmuz Devrimi'nin yarattığı politik ve ekonomik kaos yavaş yavaş etkilerini kaybetmeye başlamış, refah ve düzen yeniden sağlanmıştı. Uyumlu bir birlik oluşturmuş olan devlet adamları, başbakan Casimir Périer'in önderliğinde gayet iyi iş görüyorlardı." Kral ülkesini baştan başa gezmiş ve gittiği her yerde ziyafetlerle karşılaşmıştı. Louis-Philippe sarayında şatafatlı bir hayat yaşıyor kişisel servetinin tadını çıkartıyordu. Derken Louis-Philippe'in mutluluğunu gölgeleyen bir şey oldu. 1830 yılının sonlarına doğru, Charles Philipon adında, yirmi sekiz yaşında adı sanı duyulmamış bir ressam Kralın armutlaşmasını anlatan bir karikatür çizdi. Karikatür, Kral'ın şişkin yanaklarını ve biçimsiz alnını alaya almakla kalmıyor, Fransızca'da ahmak anlamına gelen poire sözcüğüne gönderme yaparak, Kral'ın hakimiyet gücüyle ilgili sayısız ve alaycı bir tavır sergilemiş oluyordu. Kral öfkesinden köpürdü.. Yayının durudurulmasını, Paris'teki bütün kopyalarının toplatılmasını emretti.. Bu da fayda etmeyince sanatçıyı mahkemeye verdi. Sanatçı mahkemede, 'hükümetin Kral'a dil uzatanları bulup yalkalarken bir şeyi gözden kaçırıdığını' söyledi, o'na göre, ' armuda benzeyen ne varsa bulunup tutuklanmalıydı; armutların kendilerinin bile tutuklanması gerekiyordu.' sonuçta Philipon 6 ay hapse mahkum edildi, daha sonra Le Chavari adında başka bir dergide armut espirisini bir kez daha tekrarlayınca bu sefer iki yıl daha hapis yattı.
  • Bu olaydan otuz yıl önce, avrupa'nın o zamanlar en güçlü adamı olan Napolyon Bonoparte, mizahın gücü karşısaında en az Louis-Philippe kadar yara almıştı. 1799'da başa geçen büyük imparator Paris'teki bütün mizah dergilerinin kapatılmasını emretmiş, polis şefine kendi görüntüsünü değiştiren karikatüristlerin gözlerinin yaşına bakılmamasını emretmişti. Bu arada Napolyon, Jacques-Louis David'den imparatorluk tacının giyilmesi törenini konu alan bir tablo sipariş etti. Tören bütün Avrupa'nın Papa başta olmak üzere soylularının hazır olduğu tören Notre-Dame'da yapılmıştı. ... Papa, Napolyon'u kutsadıktan sonra sessizliğe bürünmüş olan katedralde yükses sesle "vivat imperator in aeternam" dileğinde bulundu. David bu sahnenin canlandırıldığı Le Sacre de Joséphine adlı tabloyu Kasım 1807'de bitirdi, resmi "muzaffer efendime" diyerek imparatora sundu. İmparator David'i "sanata sunduğu hizmetten" dolayı Fransa Liyakat Nişanı'yla ödüllendirdi.
  • Ancak bütün ressamlar David'in Napolyon!a baktığı gibi bakmıyorlardı. Aynı sahneyi İngiltere'den James Gillray adlı bir karikatürist de canlandırdı. Karikatürde Napolyon kasım kasım kasılarak yürüyordu. Törene katılanlar ya tutsak oldukları için oradaydılar ya da kötü oldukları için. ... Napolyon öfkesinden deliye döndü. Karikatürün kopyasını Fransaya her kim sokarsa sorgusuz sualsiz tutuklanacaktı. Londra'daki elçisi aracılığıyla diplomatik girişimde bulundu. 1802 Amies antlaşması üzerinde yapılan müzakereler sırasında, kendisiyle dalga geçen bütün karikatüristlerin katillerle aynı şartlarda yargılanması ve Fransa'da yargılanmak üzere ülkeye iade edilmesi gerektiğini ifade eden bir madde bile eklemeye kalkıştı. İngiltere öneri şaşkınlıkla reddetti.
  • Mizah yalnızca bir oyundan ibaret olsaydı, yukarıdakilerin tepkisi bu kadar sert olmazdı. Bu hükümdarlar her şeyden önce şunu farketmişlerdir: Mizah, en güçlü eleştiri yollarından biridir; ukalalığa, zalimliğe, burnu büyüklüğe karşı bir silahtır; erdemden ve duygulardan uzak kalındığında şikayet etmenin bir yoludur. ('Statü Endişesi' Alain de Botton)
  • Mizah karizmayı çizen bir faideli arkadaşımızdır..

yazar olduğu iddia edilen yazar Orhan Pamuk...

  • Yazar olduğu iddia edilen Orhan Pamuk adlı azınlık ırkçısının kütüphane ve kitaplıklardaki kitapları ayıklanarak imha edilecektir. Konunun hassasiyetle takibini rica ederim... Bu memleket bu salaklardan daha çok çeker. Şu Radikal'in haberi, bu da ...

Hayyam:
Dünyada akla değer veren yok madem,
Aklı az olanın parası çok madem,
Getir şu şarabı, alın aklımızı:
Belki böyle beğenir bizi el âlem!"

"bayraklar, hükümetlerin insanların zihinlerini büzüp sarmalamak için ve daha sonra ölenleri gömerken tören örtüsü olarak kullanılan renkli kumaş parçalarıdır." arundhatı roy

burayı not al oolum goMOnist

yükselen faşizm üzerine yazılar (bianet'ten)



İki çocuk mu bizi bölecek? (M. Altan)

Türkiye, kendine en az güvenen ülkeler yarışması yapılsa muhtemelen şampiyonluğu hiç kimseye bırakmaz. Son bayrak olaylarını izleyince insanın aklına bir Çehov hikayesi geliyor. Olayların bizi anımsattığı o Çehov hikayesinde ufak tefek bir yolcuyla iri yarı bir faytoncunun ıssız ormanları geçerek yolculuk etmelerindeki maceralar anlatılır. Ufak tefek yolcu, iri yarı faytoncudan ürktüğü için kendisinin insanları nasıl asıp kestiğine dair, yol boyu yalanlar anlatır. Faytoncu bir ormanın en ıssız noktasında anlatılanlardan ürktüğü için durur ve firar eder. Türkiye, bu maceradaki garipliğe benzer işleri ne yazık ki gerçek hale getiriyor.
Aşırı milliyetçiliği hayata geçirerek Türkiye’yi boğmak isteyen Kızıl Elma’nın provokasyonlarına düşmeye çok hazır bir duruş var. Türk Ceza Kanunu’nda iki ay ceza biçilen bir eyleme, Türk Devleti en üst düzeyden başlayarak inanılmaz tepkiler gösteriyor. O tepki, toplumda belirli bir milliyetçi yansıma buluyor. Ancak, tepkinin muhatabı çıka çıka bir adamın yönlendirdiği söylenilen iki küçük çocuk çıkıyor.
Türkiye, gülüp geçeceği şeylere büyük tepki gösterirken, büyük tepki göstereceği şeylere de omuz silkiyor. Hırsızlık nedeniyle deprem yüzünden yıkılan kamu binalarındaki insanlar için ayağa kalkmıyoruz. Milyarlarca doların hortumlandığı bankalar için ayağa kalkmıyoruz. Sahte rakı ve sahte ballar için ayağa kalkmıyoruz ama, bayrağa yönelik bir provokasyonu çok çok ciddiye alıp, birden gerginleşebiliyoruz.
Ayrıca kendi bayrağımıza büyük hassasiyet gösterirken, başkalarının bayraklarını yakarken aynı duyarlıkta görünmüyoruz. Bu duyarlığımızı dünyadaki benzerleriyle kıyaslayınca da farklı bir resim ortaya çıkmakta. Örneğin Amerika, bayrağın vatandaşlar tarafından içselleştirildiğine karar vererek, bayrakla vatandaşın ilişkisini oluruna bırakmış gözüküyor. Örneğin bayrak yırtmaya hükümete karşı bir tepki yaklaşımıyla ceza da vermiyor.
Tüm bunların dışında Türkiye’nin kendisine bu kadar özgüvensiz olması, iki küçük çocukla bir takım provokatörlerin oyununa bu kadar rahat gelmesi kendisiyle kolayca oynanabileceği hissini uyandırıyor. Üstelik bu his değil, galiba gerçek de.

yaallahbismillahallahuekber!!!

bu gün ödp'de toplanmış parti meseleleri üzerinde tartışıyorduk. derken dışardan bir takım sesler duyduk. yüce türk milleti bayrak kuşanmış alanlara dökülmüştü. bizim üst katımızda DEHAP bürosu vardı. faşistler galeyana gelip saldırabilirdi. ki sık sık galeyana gelebilen bir kitleydi bunlar.
bu insanlarla aynı toprakları paylaşmak ne biçim bir kader ya!?

localcolorart.com

bu bir sanat ansiklopedisi.
bu arada şu blog 'taki arkadaş pek muhterem birine benziyor. bu 50'li yılların Japonya'sında geçlere cinsel eğitim maksadıyla hazırlanan broşürün bağlantısını ondan aldım.

durup durup gaza gelen

iki üç çocuk ellerine tutuşturulan bayrağın üzerinde tepinince memlekette bir bayrak histerisi başladı. pusuda bekleyen faşistler, fırsatları değerlendirme noktasında son derece deneyimli olduklarını bir kez daha gösterdiler. provakasyon üzerine inşa ettikleri bir geçmişleri var: faşizm gittikçe ağırlığını hissettiriyor. -murat belge'nin yazısı. nasıl bu kadar kolay gaza gelebiliyor bu memleket gerçekten? hamaset! kanımızın sondamlasına kadar korunmaya and içilen bayrak kiş o bayrak şehitlerimizn al kanıyla sulanmamış mıydı zaten?
evet...
(bu arada birgün'e bağlantı veremiyoruz: arkadaşlar abone sistemine geçtiler çünkü. oysa bu gün bu mevzuyla ilgili güzel yazılar vardı.)

milyonluk bebek

'million dollar baby'ye gittim: duygularımı ayaklandıran bir şeydi: yazgı karşısında yapabileceğin hiç bir şey yok: bir şey olmuşsa olmuştur ve başka söylenebilecek bir şey yoktur: Maggie, şampiyonluk maçında kalleşçe o yumruğu yedikten sonra sonu intiharla bitecek bir felce mahkum oluyor: yumruğu atan 'kötü'nün ne önemi var: olan olmuştur ve hiç bir şey olanın gerisine bir geri dönüşü mümkün kılamayacaktır: hiç bir şey istediğimiz gibi yaşanmıyor filmde: bu yüzden bir amerikan filminden beklenmeyecek denli bir hakikilik havası var filmde: (yine de anne karakteri falan fazla kötü, ama bu o kadar önemli değil) .... iyi filmdi... Clint ne çok yaşlanmış!
....evde misafir falan vardı onları bırakıp da gittim filme üstelik.

Bir ideot olarak W. Bush

Şurada harika bir klip var.

Zengin mutfağı

Biraz önce Sivas Devlet Tiyatrosu'ndan Zengin Mutfağı'nı izledik . İyi geldi: "Şerefsiz faşistler "diye bağırıyordu oyuncu ve salonun yarısı faşist doluydu. OyunVasıf Öngören'in... Ben bu denli gomonist bir şey beklemiyordum doğrusu.
Bu Sivas Devlet Tiyatrosu'na. Bu da Vasıf Öngören'e.

marxist.com bu da

Zengin içerik, Marx ve bir de Troçki

Revolutionary Democracy Journal

Stalin'le pek haşir neşir görünen bu sitenin ayrıca Türkçe sayfaları da var.

Komünist gay düğünü

Akşam'da yayımlanmış şu haber. Gomonist, genç evlilere mutluluklar diler.

Zülküf ile Süheyl (CanDÜNDAR)

“Türkiye’nin ilk toplu öğrenci katliamı” sayılan 16 Mart 1978’deki o bombalama eylemiyle ilgili gazetem.net'te yayınlanan yazı:



Zülküf ile Süheyl
Günlerden 16 Mart’tı.
Zülküf İsot Kars’tan gelmişti İstanbul’a…
Ülkücü arkadaşları “Önemli bir iş var” demişti, ne olduğunu bilmiyordu.
“Gitme” diyen ablasına “Gitmezsem vururlar beni” dedi.
Sabah, Beyazıt meydanına, içinde polislerin de olduğu bir minibüsle getirildi.
Minibüste gözüne bir bomba ilişmişti.
* * *
Aynı sabah Süheyl Atay, 5.57 trenindeydi.
Her gün o trene binmezse 7.45’te Süleymaniye’de devrimci grubu yakalayamıyor, okula onlarla gitmezse derslere giremiyordu. Ülkücü işgalindeki okula yalnız giden bir devrimcinin can güvenliği yok demekti.
Dersten sonra gördüğü hocası Server Tanilli’yi tedirgin bulmuştu:
“Bugün bir olağanüstülük var. Dikkatli olun” demişti Server hoca…
O gün, onun da “son dersi”ydi.
* * *
Minibüste Zülküf’ün yanında kan kardeşi gibi sevdiği Latif Aktı vardı.
Her eylemde birlikteydiler. En son birine işkence yapmışlardı. Zülküf, cop sokmuş; ama sonra, yaptığından çok rahatsız olmuştu.
Bu kez minibüstekiler “Merak etme, sana iş düşmeyecek” diyordu.
Zülküf bekliyordu.
* * *
Dersten sonra Süheyl, 150 kişilik grupla okul çıkışına geldi. Ancak bir tuhaflık vardı. Kendilerini hep arka kapıdan çıkaran polis, bu kez telaşla ön kapıya yönlendiriyordu.
Üstelik her zaman çıkışta çevrelerine bir güvenlik kordonu kurarken, bu kez üniversite kapısında geri çekilivermişlerdi.
Korktu Süheyl… Arkadaşı Ahmet Turan’ın önüne geçti. Yiğitliğe toz kondurmamak için adımlarını hızlandırmadılarsa da bir an önce uzaklaşabilmek için sabırsızdılar.
* * *
Süheyl ve arkadaşları uzaklaşırken Zülküf ve arkadaşları yaklaştı.
Son anda bombayı Zülküf’ün eline verdiler: “Sen atacaksın” dediler.
Görevinin bu olduğunu bilmiyordu Zülküf… “Allahsızlar” diye geçirdi içinden… Koşarak gruba yaklaştı, bombayı savurdu ve kaçtı.
* * *
Süheyl 5 saniye önce köşeyi dönmüştü. Bombayla 1,5 metre ötedeki duvara savruldu. Ardından kurşun yağmuru başladı. Ortalık bir anda savaş alanına dönmüştü.
Koşarak kaçtı Süheyl...
Az önce önüne geçtiği arkadaşı Ahmet Turan meydanda yatıyordu. Ölmüştü.
* * *
Ertesi günkü cenazede hem Süheyl, hem Zülküf vardı.
Süheyl, arkadaşlarını son yolculuğa uğurlama amacıyla gelmişti; Zülküf, katillerin mutlaka cinayet mahalline döndüğünü kanıtlayan bir içgüdüyle…
Süheyl, eve dönüp 48 saatlik bir uykuya gömüldü. Aylarca her gece bağırıp ağlayarak uyandı.
Zülküf, ablasının yanına döndü. Dizine yatıp “Çığlıklar hala kulağımda çınlıyor” diye ağladı.
Sabaha kadar “Olmamalıydı… günah… yazık …çok pişmanım” diye sayıkladı.
* * *
“Davadan döneceği” anlaşılan Zülküf, 3,5 ay sonra kan kardeşi saydığı Latif tarafından şakağından kurşunlanarak öldürüldü.
Süheyl, okulu bitirip avukat oldu ve katledilen arkadaşlarının davasında cübbe giydi.
Zülküf’ün ablası o davada bildiklerini anlatarak “devlet sırrı”nı ele verdi.
“Türkiye’nin ilk toplu öğrenci katliamı” sayılan 16 Mart 1978’deki o bombayla açılan kanlı dönemde 6 bin kişi teröre kurban gitti.
16 Mart katliamının 27. yıldönümünde Süheyl, asıl suçlunun Zülküf’ler olmadığını, işin ardında daha büyük bir örgütlü güç olduğunu söylüyor.
O “örgütlü güç” ise, aradan geçen 27 yıla rağmen hala ortaya çıkarılamamış olmanın keyfini sürüyor.
16 Mart 2005, Çarşamba

marxist.org

epeyi bi şey var bu sitede... mesela şurada marx'la ilgili karikatürler var

marks'ın arkasındaki şu teyze
kim peki?


şurada da paris komünü ile ilgili karikatürler var ki nefis yani.





yarın iş günüdür

yarın pazartesi. iş hayatı kaldığı yerden edecektir devam: katlanılması gereken başkaları. geçmek bilmeyen zaman. fakat evet dönüş nihayet. böyle böyle etmek pazartesiyi cuma...evet... saat ilerledi bayaa gece yarısından ilerlere doğru ki bir devlet memuru için bu iyite işaret değil. neden? çünkü kötüye işaret.

Ladin Bush... Bush Ladin

Şurada ladin vekankası bush hakkında bir takım sırlar ifşa ediliyor.

Rüya Âlemi ve Felaket


...[komünist] dünyada hiç değilse taraf tutabiliyor, arzu durumlarının yol açtığı mücadeleye katılabiliyordunuz. Peki ya birbiriyle çatışan her iki temsilin de (Doğu ve Batı'nın) aynı yazar tarafından, yani iktidar tarafından üretildiğinden şüphelenmeye başlarsınız? Konumuzun muğlaklığı ikiyle çarpılır, çalışan temsillerden hangisini seçeceğini bilmediğimiz gibi, seçim yapmak gerekir mi, yapacağınız seçim gerçek mi yoksa Descartes'in cini gibi sizi aldatıyor m, onu da bilemezsizin.


...yeni doğan bir bebeğin 'ekimlenmesi', sovyetler yeni doğanları topluma bu törenle sunuyordu. 'ekimlenen' bebekler, Danton,
Marx, Liuksanburg, Kommuna, Barrikada, Elektirifikatsiz gibi yeni isimler alıyordu.




...birinci beş yıllık plan'ın başlarında Sovyet mühendisleri Henry Ford'un River Rouge fabrikasının yanısıra, General Motors, Packard, Oldsmobile, Chrysler ve De Soto için de fabrikalar inşa etmiş olan Detroit merkezli ünlü sanayi mimarisi şirketi Albert Kahn Co.'yu ziyaret ettiler. Sonuçta Sovyet ağır sanayiine ciddi boyutlarda entelektüel bir katkı Amerikalı işadamlarından geldi. Teknoloji transferi için gereken nakit para, Ekim Devrimi'nden sonra müsadere edilen Avrupalı ressamların yağlıboya resimlerini ve "ev eşyaları"nı yine kapitalistlere satarak buldu. -Rafael'in
Alba Madonna'sı 1.7 milyon dolara satılmıştı. Magnitogorsk Çelik Fabrika'sının inşa masrafları ise 2.5 milyon altın rubleyi bulmuştu. Resim fabrikanın masraflarının yarısından fazlasını karşılamıştı. O yıllarda sovyetler2in Amerika'ya ihracatının üçte birini, resim koleksiyonlarının satışı oluşturuyordu. sovyet sanayiinin oluşumunda amerikalı kapitalislerin teknoloji/mühendislik tranferi yanı sıra nakitleri de hizmet görmüştü böylece.


... kitapta Kinkong ve Sovyetler Sarayı diye bir bölüm var. burada yazar filmin afişiyle filmin gösterime girdiği yıl mimari tasarım yarışmasında yapılması düşünülen 'sovyet Sarayı için kabu l edilen tasarım kıyaslanıyor. Filmin afişinde kinkong Empire Stade Building'in tepesinde uçaklarla mücadele ederken resmedilmiş. saray tasarımında da empire state kadar büyük bir bina çizilmiş ve bu binanın tepesinde büyük bir işci heykeli yapılması düşünülmüş. Taslağı gören Stalin bu işci heykelinin yerine Lenin heykelinin yapılmasını önermiş. Yazar, Stalin'in filmden hareketle böyle bir fikir ileri sürmüş müdür acaba diye soruyor.)

...Kitabın sonunda Doğulu entelektüellerin reel sosyalizmin çöküşü sürecini nasıl yaşadıklarına dair harika bir bölüm var. ilk alıntı da bu bölümden.

...biz -bu zamanı paylaşmaktan başka ortak bir şeyi olmayan "biz"- tarihin başarısızlığı ile aramıza kendi kendine ironiyle bakan bir mesafe koymak yerine, harabelerin içine dalıp modernliğin yarattığı ütopyacı umutları yıkıntılar arasından kurtarmaya çalışsak daha iyi ederiz, çünkü onların ortadan kaybolmasına izin verme lüksümüz yok; tarihi ileri doğru itmiş olan iktidar suistimallerine bakıldığında, tam tersine inanmak için her türlü neden var.


..."pruşevski! Bilim cesedi çürüyen insanları diriltmeye muktedir mi?"
"Hayır" dedi Pruşevski.
Zaçev gözlerini açmadan "Yalan söylüyorsun" diye suçladı onu. "Marksizim her şeyi yapabilir. O zaman nasıl oluyor da Lenin Moskova'da bozulmadan yatabiliyor? Bilimi bekliyor -diriltilmek istiyor.

=>daha sonra diğer ülkelerin kominist liderlerinin de mumyalanması gelenek hâline geldi.
...1883 ylında Çar III. Aleksander döneminde bitirilmiş olan Kurtarıcı İsa Katedrali Sovyet Sarayı inşasına yer açmak için dinamitlendi ve bu 'eylem' filme alındı. Daha sonra katedralin aynısı 1998 yılında aynı yere yeniden yapıldı. (Kitabın 'Ters Çekim' bölümünde heykellerin başına gelenler de anlatılıyor.)

...her türlü teknolojinin amacı, der emperyalistler, doğa üzerinde hakimiyettir. Ama eğitimin amacının yetişkinlerin çocuklar üzerindeki hâkimiyeti olduğunu ilân eden bir elisopalıya kim güvenir ki? Eğitim her şeyden önce kuşaklar arasındaki kaçınılmaz düzenlenişi ve dolayısıyla da ille bu terimi kullanacaksak, çocuklar üzerindeki değil bu ilişki üzerindeki hakimiyet değil midir? Keza teknoloji de doğa üzerindeki değil doğa ile insan arasındaki ilişki üzerine hakimiyettir. (
Walter Benjamin, 1926)

... büyük işletme insanî olamayacak kadar büyüktür. (Henry Ford, 1929)



idi

-Sabah idi uyanmış idim o vakit kalktım ve yüzümü yıkadım ve pencereyi açıp güneşe baktım hayat bıraktığım yerden devam eden bir şey idi bir arkası yarın idi bir öyle bir şey idi ki ben bir göçebe idim yabancı diyarlara savrulup duran ama nereye gittiğini ve niçin gittiğini bilmeden ve böylece başına geleceklere dair en ufak bir fikri olmadan öne doğru mütemadiyen fırlayan bir gezgin idim bir insan idim: Kararsız, yolunu şaşırmış, yönünü kaybetmiş ya da düşmüş bir varlık idim

-en sakınımlı ve üzerinde en çok düşünülmüş yaşam körlemesine bir yürüyüşe benzer idi
[insanı sürekli olarak kuşatan göçebelik ondan ayrı duran bir şey değil, kazara düşebileceği bir hendek gibi değil. Tam tersine, göçebelik, insanın Tarih’e katılımını sağlayan Dasein’in iç yapısında yer alıyor.]
- dediği gibi Baudelaire’in “kurtulurum elbet çektiğim bu ızdıraptan/ Nepestes’ler, baldıranlar emerek bütün/ o güzelim uçlarından dimdik göğsünün/ ki altında yürek olmadı hiçbir zaman.”
-yazmak durumunda kalan bir genç adam idim ve nerelere doğru konuştuğunu bilmeden ve ama bir de ne konuştuğunu bilmeden konuşan bir adam idim-bir adam idim bir adam idim- sokağa çıkmış öylesine amaçsız lakin sanki acele bi yere yetişmesi gerekiyormuş gibi ciddiyetle yürüyen bir adam idim
-geceydi büyük laciverdi bahçeydi kendini tanıyan akıllı idi başkalarını tanıyan zeki idi ve öyle idiydi ki idil biret idi ve gecenin içinde yürüyen ben idim ve o vakit aniden üzerime atladı ve uzun sivri dişlerini boğazıma geçirdi, “dur, n’apıyosun?” dedim, “ruhunu emiyorum,” dedi, “ruhumu rahat bırak iblis,” diye bağırdım ve bütün gücümle hayalarına okkalı bir tekme indirdim. Olduğu yere yığıldı, toparlanmasına vakit bırakmadan bir tekme de suratına indirdim ki o vakit yere yuvarlandı. Kendinden geçmişti, saçlarından tutup sokak lambasının altına sürükledim onu ve işte o zaman gördüğüm biraz önce yediği tekmeyle burnu parçalanan ben idi ve Allah’ım canım ne çok acıyor idi
-el m’ha percosso in terra e stammi sopra!
–hiç bir yolu olmayan bir aşk ne yapar idi? –başka bir şeye dönüşür, sizi incitmesi durana değin yanınızda taşıdığınız ve kendi varlığınıza bağladığınız ağır ya da keskin bir şey olur idi
-gerçeği söylüyorum size, gerçeği: Buğday tanesi yere düştükten sonra yok olmazsa bir buğday tanesi olarak kalır. Ama yok olursa o zaman bereketli ürün verir.
-katletmek üzere onu alıp götürdüler, çevresinde yüzbin kişi toplandı. Gözünü hepsini üzerinde dolaştırarak, “Hak! Hak! Ene’l-Hak!” diyordu. Derler ki, bu sırada dervişin biri ona , “Aşk nedir?” diye sordu. “Aşkın ne olduğunu bugün, yarın ve öbür gün öğreneceksin,” dedi. O gün katlettiler, ertesi gün ateşe atıp yaktılar. Üçüncü gün ise külünü rüzgara verdiler...

-ve tanrıların her biri sevgili budha’ları için çöl güneşinden korunsun diye birer bulut gönderdiler ve 220 bulut etmiş idi ve budha nazik tanrılarını gücendirmedi ve çöl güneşinden korunmak için tanrıların cömertliğine ihtiyaç duyan 219 budha daha yaptı kendinden
-hava kapalı idi evimde idim yalnız idim yalnız idim başkaları da vardı ve ben onlarla aynı gezegende idim ve fakat ayrı dünyaların insanları idik yapacak işlerim vardı yapamıyordum

  • takıntılı kişi çılgın bir faaliyete girer, devamlı deli gibi çalışır- neden? eğer faaliyette bulunmayı keserse gerçekleşecek olağanüstü bir felaketten kaçmak için.
  • ötekinin var olmadığı gün ışığına çıkmasın diye sürekli faal olmamız gerekir. -insanın konuşan bir varlık olması tam da, deyim yerindeyse kuruluşu itibarıyla "çığrından çıkmış", simgesel yapısının boşuna onarmaya çalıştığı kapğanmaz bir yarıkla damgalanmış olduğu anlamına gelir.
  • genç hegel: (insanın olası tanımı olarak) "ölümcül hasta doğa."
  • her türlü kültür, son kertede, insanlık durumunun kendisine özgü korkunç, son derece gayri insani bir boyuta verilen bir tepkiden, bir taviz oluşundan başka bir şey değildir.

bunlar Slavoj Zizek'in 'yamuk bakmak'ından...

saat yirmi bir kırk üç... yarın istanbul'daki eylem için yola çıkılıyor... ben de gidecek miyim? yapayalnız bütün bir yol boyunca. sorular zorlanarak verilen cevaplar... şimdi kamuoyunun karşısına tek başına kalmış bir orta yaşi elemanı olarak çıkmak kolay diil tabiî...

en iyisi gitmemek belki de. hem yol çok uzun. benimse biraz dinlenmeye ihtiyacım var.

hımmm....

alışmak biraz zaman alacak...

defterin alıntılarından alıntılara devam

(MAHUR BESTE)... birdenbire ışığı kararmış bir lamba gibi yaşayışı... eski Mısır hükümdarlarının bütün zenginliklerini topladıkları mezarlıklarında ölüm uykularını uyumaları gibi, o da sevdiği eşya arasında, hangi zamanı saydıkları bilinmeyen bir yığın saat takırtısı içinde uyuyordu...

tevhidi şeytan'dan öğrenmeyen kâfirdir. (gazâlî)
senin tarafından lânetlenmek, yüzümü sen'den başka bir yere çevirmekten bin kez daha iyidir benim için. (feriduddim attar)
git öğren şeytan'dan, kulluk nasıl yapılır/bir kıble seç, secde etme başka bir şeyin önünde
=>tasavvuf'ta bir kısım şahıs, şeytan'ın adem'in önünde secde etmemesini kibre değil tanrı'ya duyulan aşkla irtibatlandırır: şeytan bu aşk yüzünden efendisinin emrine karşı çıkmıştır.

insan sevilmeyince bayağılaşır (victor hugo)

deneyelim

bir şeyleri beceremiyoruz ama dur bakalaım. Şuraya bakmayı da ihmal etmeyelim ama

Powered By Blogger
Blogger tarafından desteklenmektedir.